Kaan öğrük 11A

 

       Özgürlük ve Onur Kavramları Üzerine

 

                Neden ancak özgür bir insan onurlu bir hayat yaşayabilir? Sahi gerçekten de öyle mi? Yahut her onurlu insan özgür müdür? Veya onur kavramının temel ölçütü özgürlük müdür? Sorular soruları doğuruyor, bu yazımda da naçizane bir şekilde hem bazı görüşleri hem de kendi fikirlerimi aktaracağım. 

          

                İlk olarak üzerinde durmamız gereken ilk soru “Özgürlük nedir?” olmalı. Bu soru bu yazıda üzerinde duracağımız temel problemi açıklamak ve temellendirmemizi sağlayacak. Öncelikle felsefede ‘özgürlük’ kavramı üzerinde onlarca, yüzlerce filozof durmuştur ve farklı görüşler oluşmuştur. Bugün bile hala özgürlüğün mutlak mı yoksa sınırlı mı olduğu, özgür bir bireyin kişisel hakları gibi bir çok unsur tartışmaya açıktır. 

                Bugün Cambridge sözlüğüne baktığımız zaman, Özgürlük: Kişinin, denetim veya kısıtlama olmaksızın, istediği şeyi yapabilme, söyleyebilme, düşünebilme durumuna ya da hakkına denir. Tanımı ile karşılaşırız. Fakat ben bu tanımı bir çok açıdan yanlış buluyorum ve ilerleyen kısımlarda açıklayacağım. Şimdi gelelim çeşitli filozofların görüşlerine.

    

               Sokrates’e göre özgürlüğün ölçütü insanın kendi aklının ve erdeminin rehberliğinde yaşamasıdır. Cahillik özgürlüğün bir numaralı düşmanıdır. Zira cahil insan bilmez, bilmez ise doğruyu yanlışı ayırt edemez, edemezse de başkalarına bağlı olur, başkalarına bağlı bir insanın özgür olduğunu söylemek pek tabii abestir.  Bir çok açıdan baktığımız zaman güzel bir düşünce.

 

                Gelelim John Locke’a. Liberalizmin babası olarak da bildiğimiz John özgürlük ve birey hakları üzerinde çeşitli tahlillerde bulunmuştur. Locke’a göre özgürlük insanın doğuşundan (bunu kolay anlamak için fıtrat olarak ele alabiliriz.) gelen bir haktır. Tıpkı yaşama hakkı ve mülk edinme hakkı gibi. İnsanlar özgür ve bağımsız   varlıklardır. Bu hakları ne bir devlet, ne de bir insan kaldırabilir. Özgürlük ise insanın temel haklarını kullanabilme durumudur. Birey haklarını kullanamazsa işte o zaman özgür değildir. Fakat özgürlük keyfi davranma ve başkalarına müdahale etme hakkını kapsamaz. Bu durumu engellemek için ise insanların sınırlı da olsa bir yasal çerçevede bir araya gelmesi gerekir ve devletin toplum ile anlaşmaya varmasını sağlar. Devlet bireyin özgürlüğünü garanti eder. Yalnız bu insanların özgürlüğünü bir erk makamına yahut bir egemen güce teslim etmesi anlamına gelmez. Sadece toplumsal güvenliği sağlar. 

                Fakat ne ironiktir ki; başkalarının özgürlüğüne müdahil olmamalıyız diyen John Locke. Kurulduktan kısa bir süre sonra, köle ticareti yapan  Royale African

Company’ye yatırım yapmış ve hisse sahibi olmuş. (Kaynakçada makale’yi belirttim.) Şahsi düşüncem; olabilecek en ikiyüzlü davranıştır bu. Üzerinde durmaya gerek bile duymuyorum. Şimdi bence bu konudaki en önemli filozofa, Jean Jacques Rousseau’ya geçiyorum.

                

                  

                 Jean Jacques Rousseau bence konu özelindeki en önemli filozoftur.

Rousseau’ya göre İnsan özgür doğar, doğa durumunda özgürdür. Lakin mülkiyet’in oluşması ve yeni toplumsal düzen insanın özgürlüğünü baskılar. Yani insan özgürlüğünü kendi yarattığı toplumsal düzen eliyle yok etmiştir. Toplum insanı zincire vurur. Rousseau’ya göre mülkiyet insanların doğal eşitliğini yok etmiştir, ahlaken yozlaştırmıştır. Rousseau’nun “Bir parça toprağı çitle çevirip ‘Bu bana ait’ diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulan ilk kişi, uygar toplumun kurucusudur.” sözü de konunun üzerine güzel gidecektir. 

                  Rousseau insanın bu durumdan kurtulup özgürlüğünü geri kazanabilmesi için yeni bir toplum düzeni oluşturması gerektiğini savunur. Bunu da bireylerin çıkarlarına göre değil de ‘genel iradeye’ göre yapılması gerekir. Genel irade toplumun çıkarlarıdır. Her birey genel iradeye yani ortak iyiye itaat ederse düşünülenin aksine özgürlüğünü teslim etmez. Çünkü genel irade de bireyin toplum ile birlikte bizatihi kendi çıkarını temsil eder.

                   Rousseau’ya göre özgürlük ve ahlak arasında da önemli bir ilişki vardır. İnsan tutkularının ve arzularının kölesiyken özgür değildir. Gerçek özgürlüki aklın rehberliğinde hareket etmek ve erdemli olma halidir. Dolayısıyla hedonist bir insanın özgür olabileceğini düşünmek saçma olur zira hedonizm tutkuların ve hazların kölesi olmaktan başka bir şey değildir şahsımca. Bu bakımdan Rousseau’ya tam anlamıyla katılıyorum.

                   Rousseau’ya göre özgürlüğün sınırı genel iradedir. Birey asla ve kat’a toplumun ortak iyiliğine zarar verecek bir davranışta bulunamaz. Yasalar bireyin değil toplumun özgürlüğünü korur. Özgürlük bir bireysel hak değil toplumsal bir ahlak ve kollektivist bir hak biçimidir. Şimdi de Rousseau’dan sonra olaya farklı bir bakış açısından bakan Karl Marx’a geçiyorum.

 

                  Karl Marx bilirsiniz ki çok ünlü komünist ve diyalektik materyalist filozoftur. Marx’a göre özgürlük sadece dilediğini yapabilme gücü değildir. Marx için özgürlük sınıfsal ve ekonomik koşullardan bağımsız düşünülemez. Bu nedenle bireyin özgürlüğü toplumdan tam anlamıyla ayrılamaz. Kapitalist toplumda özel mülkiyet insan emeğini bir ‘meta’ haline getirir. (Meta kar için üretilen şeydir. Bir nesne yahut hizmet olabilir.) Bu durum da Marx’ın “yabancılaşma (Entfremdung)” düşüncesinin kaynağıdır.

                   Kapitalizm üretim biçimi insanı dört yönden yabancılaştırır: Emeğinin ürününden, üretim sürecinden, kendi özünden ve diğer insanlardan. İşçi ürettiği şeye sahip olamaz dolayısıyla kapitalizm işçinin emeğinin ürününden yabancılaştırır. Çalıştığı işi kendi iradesi ile değil de zorunluluktan dolayı yapar dolayısıyla üretim sürecinden uzaklaşır. Yaratıcı doğası yok olur zira emeği sadece bir geçim aracıdır bu da işçiyi özünden yabancılaştırır. Rekabet sistemi insanları birbiri ile kırdırır ve düşman eder bu da diğer insanlardan yabancılaştırır. Bu durumlar sonucunda birey kendi hayatı üzerinde denetimsiz olur dolayısıyla özgür değildir. Sadece öyleymiş gibi gözükür. Marx da buna “biçimsel özgürlük” der.

                    Liberallerin savunduğu “herkes özgürdür” anlayışı aldatıcı bir görüştür Marx’a göre. Çünkü kapitalist düzende yasal olarak eşitlik olsa bile (ki modern zamanlara kadar bu bile olmamıştır.) ekonomik koşullar eşit değildir. 

                Bir işçi özgür iradesi çalışmak istediği için değil yaşamak için emeğini satar ki sebebi de kapitalist sistemdir, buna mecburdur. İşte gerçek özgürlük insanın kendi emeği ve üretimi üzerinde denetimi olduğu, sömürüden arınmış bir toplumda mümkün. Bunun da ancak sınıfsız toplum ile yani komünist toplum ile sağlanacağını açıklar. Bu toplumda özel mülkiyet yoktur. Her birey yeteneği kadarını sağlar ihtiyacı kadarını alır. Emek sömürüsü ortadan kalkar. Bu düzende özgürlük bir hak değil, düzenin bir gerçekliği haline gelir. Kollektif bir anlayıştır. Şimdi de bu konudaki son bahsedeceğim filozof olan Jean Paul Sartre’ye geçelim. 

 

                 Sartre’nin felsefesinin en temel özeti “Varoluş özden önce gelir.” sözü olabilir.

       Bunun anlamı insan doğuştan belirli bir “öz” ile yani bir amaç ile kaderle dünyaya gelmez. Önce var olur, sonra kendi özünü ve kimliğini kendisi yaratır. Bu düşünce fatalizmi doğrudan reddeder. İnsan kendi hayatının anlamını kendisi kurmak zorundadır. Bu zorunluluk durumu da hem özgürlük hem de sorumluluğun kaynağıdır.

                  Özgürlük, dış koşullara bağlı bir durum değil, insanın varoluşundan gelen bir özelliktir. “İnsan özgür olmaya mahkumdur.” Bu cümle çok popüler ve önemlidir. İnsan özgür değilse zaten var olamaz. Yani insan var ise özgür olmama ihtimali düşünülemez. Bu nedenle özgürlük çok ağır bir sorumluluktur.

                   Sorumluluk beraberinde kaygı getirir. Çünkü hiçbir ilahi güç, doğa bize ne yapmamız gerektiğini söylemez. Bu da özgürlüğün mutlak sorumluluk olduğunu gösterir. Bu farkındalık kaygıyı yaratır lakin insanı onurlu da kılar. Çünkü özgürce karar veren bizatihi kendisidir.

      

                    Çeşitli filozofların görüşleri ve tanımlarından bahsettim şimdi kendi fikirlerimden bahsedeceğim; Bence insan doğduğu haliyle asla ve kat’a özgür değildir. Çünkü kendi başına hiçbir şey yapamaz. Birilerine bağlıdır. En basitinden yeni doğmuş bir bebek kendi başına yemek yiyebilir mi, yahut yiyecek yemeği kendi bulabilir mi? Yani kendi kendine yetebilir mi, hayır. Peki ailesinin iradesi ve isteği dışında davranabilir mi hayır dayanamaz. Velhasıl insan özgür doğmaz özgürlüğünü büyüdükçe ve geliştikçe kazanır. Tabii bu mutlak bir özgürlük olmaz zira bir insan her şeyi kendi başına idare edemez, bu insanüstü bir özelliktir. İnsan toplumun bir parçasıdır dolayısıyla ne kadar özerk olursa olsun içerisinde toplumun özelliklerini taşır. Yani bir insan mutlak olarak özgür ve toplumdan bağımsız  olamaz ama mutlak özgürlüğe yakın olmaya çalışır, ki çalışmalıdır da çünkü özgürlüğe yakın birey, kendisi ve yaşadığı toplum için daha yararlı olur. Sözünözü bir tanım yapacak olursam ben özgürlük için söyle derim: İnsanın kendi kendine yetebilme ve başkalarından bağımsız karar verebilme durumudur. Fakat bu sınırlıdır zira insan doğası gereği ihtiyaç duyar ve tek başına her şeyi halledemez.

                     Şimdi, çeşitli filozofların ve kendi özgürlük anlayışımdan bahsettiğime göre ilk soruya geri dönebiliriz; Neden ancak özgür bir insan onurlu bir hayat yaşayabilir? Bence özgür olmayan (benim tanımıma göre özgürlüğe uzak ve dışa bağımlı) insan asla ve asla onurlu olamaz çünkü birey değildir ve kendi benliği yoktur. Bir insan kendi kendi kendine idrak edemezse, kendi kendine yaşayamazsa, kendi kendinin efendisi olamazsa o insan asla ama asla onurlu olamaz. Özgürlük ve dolayısıyla onur, Akıl, bilinç, zeka ile doğru orantılıdır. Çünkü bilmek beraberinde bir çok şeyi getirir; bilmek iyi ile kötüyü ayırt etmeyi kolaylaştırır, bilmek yapılan eylemin sonucunu öngörmeyi kolaylaştırır, bilmek insanın kendini tanımasını sağlar. Kısaca ne kadar bilirsen o kadar özgürleşirsin, ne kadar özgürleşirsen de o kadar onurlusun.

     KAYNAKÇA:

 

11.Sınıf MEB Felsefe Kitabı

Wikipedia

Three Approaches to Locke and the Slave Trade (Locke ve Köle Ticaretine Üç Yaklaşım) Sokrates. (M.Ö. 399). Sokrates’in Savunması (Apologia). (Çev. Sabahattin Eyüboğlu). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 32.Basım  (Ekim 2023)

Rousseau, J. J. (1762). Toplum Sözleşmesi. (Çev. Sabahattin Eyüboğlu). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 35.Basım (Şubat 2024

Korkmaz, E. (2019). “Karl Marx’ta Yabancılaşma Kavramı ve Modern Toplum.” Ankara

Üniversitesi Felsefe Dergisi                

Uzun, M. (2017). “John Locke’un Özgürlük Anlayışı ve Liberal Paradoks.” Felsefe ve Sosyal

Bilimler Dergisi                

 Cambridge Dictionary. (2025). Freedom tanımı. https://dictionary.cambridge.org/

            Pegasus Yayınları. 50 Klasik Felsefe Fikri Tom Butler Bowdon 1.Baskı (Kasım 2018)

 

Kaan ÖĞRÜK 11/A 1032

Yorumlar

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Bence Rousseau’nun toplum insanı zincire vurur sözü biraz abartılı olabilir. Evet, toplum bazen insanın özgürlüğünü kısıtlayabilir ama aynı zamanda bizi geliştiren şey de toplumun kendisidir. Bence özgürlük, tamamen başkalarından bağımsız olmak değil hem kendi sınırlarını hem de başkalarının haklarını fark edebilmek demek yani özgürlük toplum içinde anlam kazanan bir şey.

    YanıtlaSil
  3. Sokrates, Rousseau, Marx ve Sartre gibi farklı filozofların perspektiflerini sistematik bir şekilde harmanlayarak kendince özgün bir tanım inşa edilmiş. "İnsan özgür doğmaz, özgürlüğünü kazanır" gözlemi ve bunun bebek örneğiyle somutlaştırılması yerinde. Genel olarak katıldığım bir yazı.

    YanıtlaSil
  4. Okuduğum en uzun yazı sanırım. Bir konu bu kadar iyi anlatılabilirdi eline sağlık

    YanıtlaSil
  5. Gerçekten felsefi bir yazı olmuş

    YanıtlaSil
  6. Filozofların ve aynı zamanda kendi görüşlerini anlatman çok güzel olmuş

    YanıtlaSil
  7. Tebrikler güzel bir dizaynda yerleştirilmiş bir yazı türü olan bu konu saniyede insana cevap🥲

    YanıtlaSil
  8. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Batuhan Aka 11A

Tuana Arslan 11A

Asya Akkaşlı 11A